Patlak veren çatışmalar kısa, şiddetli ve birbirinin eşi oluyordu. Fransız komandoları, kamuflaj üniformaları içinde terleyen 30 adam, bütün bir öğleden sonrayı kuzeybatı Cezayir'deki çıplak ve ıssız dağlara tırmanarak geçirmişti. Görevleri, Şelif Ovası'ndaki bereketli çiftliklere baskın düzenlemek üzere olan bir asi grubunun önünü kesmekti. Çinhindi'nde aldığı yara, yüzbaşının sağ gözünün altında küçük bir iz ve kalıcı bir tik bırakmıştı. Yüzbaşı kararan gökyüzüne baktı. “Güneş batınca” dedi bana, “yanımızdan gölgeler gibi geçip gidecekler.
Onları bir an önce bulamazsak, sabaha kadar birkaç çiftçi ölmüş olacak.”
Araziye yayılmış askerler bir yamacın tepesine ulaştığında, içlerinden biri bağırdı: “Oradalar!” Aynı anda yeşil giysili isyancı grubu, Fransızları fark etti. Makineli tüfekler takırdamaya başladı. Mermiler kulaklarımın dibinde çatırdıyor, el bombaları boğuk bir sesle patlıyor, şarapnel parçaları başlarımızın üzerinden vınlayarak geçiyordu. Alacakaranlık, tepelerde geceye dönüşürken ateş sona erdi.
“Kaçtılar, mon capitaine” diye rapor verdi bir onbaşı. “Dağlara geri döndüler. Bir ikisini vurmuş olabiliriz, ama bu karanlıkta söylemek zor.”
Yüzbaşı omuzlarını silkti. “Şansımız yok. Peki, bir müfreze al ve yeniden denemeleri olasılığına karşı burasıyla yol arasında pusu kurun. Beni de telsizle bilgilendirin.”
Geldiğimiz uzun, yorucu yoldan geri dönmeye çabalarken yüzbaşı, “Hep böyle oluyor. Onları yakalıyorsun, bir koyakta kaybolup gidiyorlar. Avuç dolusu civayı yakalamaya çalışmak gibi.” Yüzbaşı, dağların siyah koruyuculuğuna bakıyordu. “Ama onlar için de kolay olduğunu sanmayın. Soğuk, açlık, yetersiz silahlar, hayvanlar gibi avlanmak. Bazen onların da bizim kadar bezdiğini düşünüyorum.”
Yorumlar
Yorum Gönder